Bundan
yıllar yıllar önce. Savaş, henüz insanlar tarafından icat edilmemişken..
Hikayeleri süsleyen tekerlemelerden bile
çok öncesi.. Gökyüzü kardeşliğinin sona erdiği bir gün.. İnsanlık, o günü asla
hatırlamayacaktı. Her zaman ki gibi bilinçaltında, silik anıların toplandığı,
bir daha geri dönüşüme uğramadığı o yere uğurlanacaktı.
Renksiz,
şekilsiz, sıradan varlığıyla yeryüzünün tam üstündeydi gökyüzü. Kendini asaletli gören kuşlar tarafından daima selamsız bırakılır, şirin
sayılan uğurböcekleri tarafından hor görülürdü. Ta ki gökyüzü siyaha yakın
lacivert mürekkeple boyanana kadar.Nasıl olduğunu kimse bilemedi. Aslında ne
siyahtı ne de lacivert.. Oysa siması ne kadar de değişmiş, güzelleşmişti!
Adeta, bakımsız bir kadına dokunan sihirli değneğin ona güzellik hediye etmesi
gibi. Dahası beyaz pırlantalar, inciler dizilmişti gerdanına. En güzel sahne sona saklanır kuralı ihlal
edilmemiş olsa gerek. Son olarak Dolunay tüm ihtişamıyla sahnede yerini aldı.
Güzelliğinden haberdar tavırlarıyla parıl parıl parladı, gecenin sakinlerini kendine
hayran bıraktı. Bu güzellik karşısında hayran kalan ateş böcekleri
kuyruklarındaki ışıkla geceye ritim tutarak halay çekiyordu. Öbekler halinde
uçan yarasaların sevinç çığlıkları geceye bambaşka bir sıcaklık katıyordu.
Birkaç baykuş dağların arkasından süzülerek farklı ağaçlara misafir olmuş,
meraklı gözlerle etrafı süzüyor, bir şeylere anlam vermeye çalışıyorlardı. Öte
yandan göğsünde kahverengi lekesi olan bir ceylan, dolunayın göz kamaştıran
huzmelerinin yansıdığı dereden su içiyor, birkaç kurbağa vıraklayarak havada
uçuşan sinekleri aheste aheste mideye indiriyordu. Gecenin koynundan çıkıp
gelen renkli bir kelebek dolunayı kıskanmış ve ona doğru uçmak istemişti. Lakin
ulaşamayacağını geç de olsa anlamış, bir yaprağın üstünde konaklayıp onu seyre
dalmıştı. Balıklar, timsahlar misali suyun altından kaçak bakışlar atarak
gökyüzünde oluşan bu düğünde yerlerini almışlardı. Gökyüzünü küçümseyen kuşlar
ise ağaç dalları arasında değişimin nasıl bu kadar güzel ve can alıcı
olabileceğini söylercesine birbirlerine bakıyorlardı. Ağır yosun kokusuna
rağmen gecenin sakinleri bu güzelliğin hiçbir şey tarafından bozulamayacağına
kanaat getiriyor gibiydi. Sahiden! Gökyüzüne birden bire ne olmuştu böyle?
Gece
sona ermiş, siyaha yakın lacivertlik yerini yavaş yavaş açık maviye bırakıyordu.
Sarı topacı andıran güneş; dağların ardından, mahmurluğu henüz silinmemiş
ağaçların üstünden adım adım kayıyordu. Her adım sonrası yeryüzü daha da
ısınıyor, etraf aydınlanıyordu. Çiğ taneleri yaprakların üstünde elmas gibi
parlıyordu. Havadaki değişimi fark eden kelebek, bir gün öncesi dolunayın
yerini sarı bir topacın almasına hemen alışmış gibiydi. Hatta bu sarı topacı
daha candan, daha samimi ve daha sıcak bulmuştu. Güneş gerindikçe geriniyor ve
tam tepe noktasında durup, yeryüzünü daha bir güzel ısıtıyordu. Güneşin
varlığından sonra, narin eller tarafından çizilmiş görüntüsü uyandıran beyaz
bulutlar birer birer sardılar mavi gökyüzünü. Renksiz zamandaki düşüncelerini
değiştiren kuşlar bambaşka bir aşk ile bakıyorlardı şimdi gökyüzüne. Ve hevesle
bıraktılar kendilerini bulutların arasından. Daha içten kanat çırpar hale
gelmişlerdi, geçmişteki donuk ifadelerine rastlamak mümkün değildi. O sırada
yan yana iki ayçiçeği, güneşin güzelliğine doya doya bakmak için başlarını
güneşe doğru çevirmişti. Yeryüzündeki karıncalardan haber alan diğer karıncalar
da bu manzarayı görebilmek için yuvalarından çıkıyordu. O esnada hafif bir
sarsıntı yaşadı tüm canlılar ve ne olduklarına anlam veremedikleri bu duygu
şiddeti giderek arttı. Bazı savunmasız küçük canlılar bir sürede havada oradan
oraya sürüklendiler. O hengame arasında çiçeklerin tozları, polenler de
kendilerine düşen paylarını alarak o çiçekten o çiçeğe konarak doğal yoldan
tozlaşma sağladı. Böylece arıların canla başla çalıştıkları işlerinde büyük
kolaylık sağlanmış olmuştu. Haliyle bu işe yine en çok arılar sevinmişti. Ve
bunu sağlayan rüzgardı. Yeryüzü sakinleri; güneşe ve bulutlara hayran
kaldıkları kadar, rüzgara hakkında arılarla aynı duyguları paylaşmıyorlardı.
Gökyüzü
renklenmiş, her anı daha şenlendirir olmuştu. Gecesi ayrı gündüzü ayrı güzeldi. Lakin bir yere kadar… Her ikisi de kendi
olduğu yerde kalmalıydı tabii olarak. Gece gecesinde, gündüz gündüzünde. Öyle
olmadı, olduramadılar işte. Gece; gündüze sataştı, yerine geçmek istedi. Gündüz,
olan biteni gurur meselesi yaptı, işi inada bindirerek dolunay ile aynı zamanda
çıkmak için diretti. Yeryüzünde en fazla o kalmalıydı! Bir isyandır bir kaostur
gidiyordu. Gökyüzü sanki köşe kapmaca oynar hale gelmişti. Yeryüzü sakinleri bu
işe anlam verememişti. Yıldızların süslediği bir gecede ansızın Güneş
beliriyor.. Ya da gündüzün hüküm sürdüğü saatlerde Gece taarruza geçiyordu.
Gökyüzü eski ihtişamını kaybetmiş, Güneş’i, Ay’ı, yıldızları, bulutları ile bit pazarına dönmüştü. Bunun böyle devam edemeyeceği gün gibi açıktı.
Acilen
bir karar verilmesi gerekiyordu. Gece ve Gündüz son kez aynı safta olmak üzere bir
araya geldiler. Uzun tartışmalar ve
kavgaların sonunda bir karar verdiler. Eşitlik!
Zaman
eşit oranda birbirlerine pay edilecek ve kimsenin hakkı çiğnenmiş olacaktı. Buna
göre, gecelerin kısa olduğu dönemlerde gündüzler uzun olacak ve yeryüzü devamlı
sıcak, aydınlık kalacaktı. Gündüzlerin kısa olduğu dönemlerde geceler uzun
olacak ve yeryüzü serin kalacaktı. Bunun yanında gece ve gündüz nöbetleri eşit
saatlerde devralabilecekleri bir anlaşma yapmışlardı. Böylesi hem kendileri hem de yeryüzü sakinleri adına verilebilecek en güzel karardı.
İlk
savaş sonrası ne mi kazandık? Medcezir, ekinoks, dolunay, hilal, yaz ve kış saati, mevsimler.. Farkında olmadan nelere sahip olmuşuz.. Ancak bu zenginlik bir hiç uğruna çiğneniyor. Savaş! İnsanlar birbirlerini katlediyor. Sırf daha daha fazla yerde hüküm sürebilmek için. Oysa bir karış toprak ile de mutlu değil miyiz? Niçin bu savaşlar ve ölümler. Daha iyi bir yaşam için mi? Hiç sanmıyorum..
Göçebe~
İnci D.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder